ONBİRİNCİ
İŞARET
Ehl-i dalâletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve
anâsır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana
geldiklerini, Kur'an-ı Hakîm mu'cizâne ifade ediyor. HAŞİYE
1
Yâni: Kavm-i Nûh'un
başına gelen tûfan ile semavat ve arzın hücumunu
ve Kavm-i Semûd ve
Âd'in inkârından hava unsurunun hiddetini
ve Kavm-i Firavn'e
karşı su unsurunun ve denizin galeyanını
ve Karun'a karşı
toprak unsurunun gayzını
ve ehl-i küfre
karşı Âhirette تَكَادُ
تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ sırriyle
Cehennem'in gayzını ve öfkesini
ve sair
mevcudatın ehl-i
küfür ve dalâlete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gâyet müdhiş
bir tarzda ve i'cazkârane ehl-i dalâlet ve isyanı zecrediyor. HAŞİYE
2
Sual: Ne için böyle
ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları, kâinatın hiddetini celbediyor?
Elcevap: Bazı Risalelerde ve sâbık işaretlerde isbat edildiği
gibi:
Küfür ve dalâlet, müdhiş bir tecavüz
dür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir.
Çünki: Hilkat-ı kâinatın bir netice-i âzamı,
ubûdiyet-i
insaniyedir ve Rubûbiyet-i İlâhiyyeye karşı
îman ve itaatle mukabeledir.
"Ey insan! Şu
kâinattan maksad-ı a'lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o
ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir." Sözler ( 264 )
Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi
olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi
ve maksud neticesidir.
Evet bu kâinatın Sâni'-i Hayy-u Kayyum'u bu kadar
hadsiz enva'-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil,
elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil
sevmelerini ve kıymetdar san'atlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve
evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele edilmelerini ister.
İşte bu sırr-ı rububiyete göre teşekkür ve ubudiyet, bütün enva'-ı hayatın ve dolayısıyla bütün
kâinatın en ehemmiyetli
gayesi olduğundandır ki, Kur'an-ı
Mu'ciz-ül Beyan pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevkediyor. Ve ibadet Cenab-ı Hakk'a mahsus
ve şükür ona lâyık ve hamd ona hastır diye çok tekrar ile beyan ediyor. Lem'alar ( 332 )
Evet bu hayatın gayesi
ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî'ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir
ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve
ibadet ise; hayatın meyvesi
olduğu gibi, kâinatın gayesidir.
Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini "rahatça
yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir" diyenler,
gayet çirkin bir cehaletle; münkirane, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar
olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir
edip, dehşetli bir küfran-ı nimet ederler. Lem'alar ( 330 - 331 )
Halbuki ehl-i küfür ve dalâlet ise, küfürdeki inkâriyle,
mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i
bekaları olan o netice-i âzamı reddettikleri için,
Ø
umum mahlûkatın hukukuna bir nevi tecavüz
olduğu gibi,
Ø
umum masnuatın
âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnûatın kıymetlerini, âyinedarlık cihetinde
âlî eden Esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini
inkâr ettikleri için, o Esmâ-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi,
Ø
umum masnuatın
kıymetini tenzil ile o masnuata
karşı bir tahkir-i azîmdir.
Ø
Hem umum
mevcudatın herbiri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur-u Rabbanî
derecesinde iken, küfür vasıtasiyle sukut ettirip, câmid, fâni, mânâsız bir
mahlûk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlûkatın
hukukuna karşı bir nevi tahkirdir.
İşte envâ-ı
dalâlet derecatına göre az çok kâinatın yaradılmasındaki hikmet-i Rabbâniyeye ve dünyanın bekâsındaki makâsıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalâlete karşı kâinat
hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlûkat öfkeleniyor.
Ey cirmi ve
cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayb ve zenbi azîm bîçare insan! Kâinatın
hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen,
işte kurtulmanın çaresi:
Kur'an-ı Hakîm'in daire-i kudsiyesine girmektir ve
Kur'anın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i
Seniyyesine ittibadır. Gir ve tâbi ol!
HAŞİYE
1
Hem
meselâ:
يَا اَرْضُ ابْلَعِى
مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ
وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Nasıl bir harb-i umumîde bir
kumandan, zaferden sonra ateş eden bir ordusuna "Ateş kes!" ve hücum
eden diğer bir ordusuna "Dur!" der, emreder. O anda ateş kesilir,
hücum durur. "İş bitti, istilâ
ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi.
Esfel-üs safilîne giden o edebsiz zalimler cezalarını buldular." der.
İşte
şu üslûb işaret eder ki, insanın
isyanından kâinat kızıyor. Semavat ve Arz hiddete geliyorlar.
Ve şu
işaretle der ki: "Yer ve gök iki
muti' asker gibi emirlerine bakan bir zâta isyan edilmez, edilmemeli." Dehşetli
bir zecri ifade eder. Sözler ( 376 )
HAŞİYE
2
Beşinci Sual: Âdil
ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal
cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?
Elcevab: Kadîr-i
Zülcelal, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler
verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve
musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir.
Eğer bu tek çirkin netice vücuda
gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men'edilse; o
vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terkedilir. Ve lüzumlu bir hayrı
yapmamak, şer olması haysiyetiyle; o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ
birtek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilaf-ı hikmet ve hilaf-ı hakikat bir
kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler.
Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete
getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlukatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür.
Elbette o cinayetin
fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde
"Onları terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir
ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.
Sözler ( 173 )
İşte şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün kemalâtına ve ulvî
hukuklarına ve kudsî hakikatlarına bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk
ve küfre karşı kâinat kızıyor ve semavat
ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına anasır ittifak edip, kavm-i Nuh
Aleyhisselâm ve Âd ve Semud ve Firavun gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor. تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinin sırrıyla Cehennem dahi
ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine
geliyor.
Evet şirk, kâinata karşı büyük bir
tahkir ve azîm bir tecavüzdür. Ve kâinatın kudsî vazifelerini ve hilkatin
hikmetlerini inkâr etmekle şerefini kırıyor.
Şualar ( 12 )