Risale-i
Nurdaki Kur’an hakikatlerinin hükümetçe serbestiyeti ve neşrinin ehemniyeti ve
maarifte ders verilmesinin lüzumu
Üstad,
Risale-i Nuru te'lif ederken, Kur'anın i'cazî lem'aları olan bu eserlerin, her
taife-i insaniyede inkişaf edeceğini; dinsizliğin, memleketimizi istilâsına
mani olacağını; memleket ve millet için bir sedd-i Kur'anî vazifesini
göreceğini; Risale-i Nur hizmetinin umumiyet kesbedip, Türk Milletinin yine
İslâmiyetin kahraman bir ordusu ve fedakârı olacağını; Risale-i Nurun neşri ve
ileride resmen intişarı, milletçe benimsenmesi ve maarif dairesinin hakikat-ı
Kur'aniyeye yapışması neticesi: Maddeten ve manen milletin terakki edeceğini,
İslâmiyetin büyük kuvvet bulacağını zikretmiştir. (T:27)
"Risale-i Nur, bu mübarek vatanın
mânevî bir halâskârı olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevî belâyı
def'etmek için matbuat âlemi ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi
veya gelecek gibidir zannederim.
O
dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dînini mağlûb eden ve anarşiliği
yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevî
istilâsına mukabil Risale-in Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'anî
vazifesini görebilir.
İkincisi:
Âlem-i İslâmın, bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve
ittihamlarını izale etmek için matbuat lisaniyle konuşmak lâzım gelmiş, diye
kalbime ihtar edildi. (Hâşiye 1)
Ben, dünyanın halini bilmiyorum, fakat
Avrupa'da istilâkârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmıyan bu dehşetli
cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal'a olduğu gibi
âlem-i İslâm'ın ve Asya kıt'asının hâl-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale
ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu'cize-i
Kur'aniyedir. Bu vatanın, bu milletin vatanperver siyasîleri süratle Risale-i
Nur'u tab'ettirerek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper
olsunlar" (Hâşiye 2).
Said
Nursi
(Hâşiye 1): İşte bu hakikat, Risale-i
Nurun -bu mektubun yazılışından on sene sonra- Ankara'da matbaalarda
tabedilmesiyle tahakkuk etmiştir.
(Hâşiye 2): Bu,
dünya çapındaki büyük şerefe ve en muazzam İslâmî hizmete, ancak yeni hükûmet
mazhar olabilmiş; ve büyük bir anlayış göstererek, Risale-i Nurun matbaalarda
1956 senesinde basılmasına sebep olmakla, Millet-i İslamiyenin büyük bir
teveccühünü kazanmakla, kuvvetini çok fazla arttırmak muvaffakıyetini elde
etmiştir. (T:493)
...âlem-i
İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü
teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini
bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur'un
resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir
merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi,
başkalarının zalimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim. (EmII:164)
Risale-i
Nurların Hükümet eliyle devlet radyolarında ders verilmesi
Türk
Milletini ve bu vatan ahalisini ve Âlem-i İslâmı ebede kadar şerefle yaşatacak
ve mâzide olduğu gibi istikbalde de, tarihin altın sahifelerine, Kur'an ve
İslâmiyet hizmetinde Âlem-i İslâmın pişdarı ve namdar kumandanı olarak
kaydettirecek medar-ı iftiharı Risale-i Nurdur. Büyük bir vüs'at ve külliyeti
taşıyan ve Anadoluda ve İslâm Âleminde zuhur edip her tarafda hüsn-ü kabule ve
te'sire mazhariyetle gittikçe inkişaf ve intişar eden bu eser; Kur'anın
malıdır, Âlem-i İslâmın ve ehl-i imanın malıdır ve bu vatan ahalisinin İslâmî
bir medar-ı iftiharıdır. Bu memleketde hükmeden bir hükûmetin nokta-i istinadı,
hem aynı zamanda bütün dünyaya duyuracağı muazzam hakikatlar manzumesidir ki,
inşâallah bir zaman gelip radyo ile bütün âlemlere ders verilecek ve ilân
edilecektir. (T:155)
...Risale-i
Nurun el yazısiyle neşri senelerinde, evlerinden yedi-sekiz sene çıkmadan Risale-i
Nuru yazıp neşredenler olmuştur. O zamanlar, Isparta havâlisinde, erkek, kadın,
genç ve ihtiyarlardan binlerce Nur Talebesi, hattâ Nur Dershanesi olan Sav Köyü
bin kalemle, senelerce Nur Risalelerini yazıp çoğaltıyorlardı. (Risale-i Nur,
te'lifinden yirmi sene sonra, teksir makinesi ile neşredilmiş ve otuz beş sene
sonra da matbaalarda basılmaya başlanmıştır. İnşâallah; bir zaman gelecek,
Risale-i Nur külliyatı altınla yazılacak ve radyo diliyle muhtelif lisanlarda
okunacak ve zemin yüzünü geniş bir dershane-i Nuriyyeye çevirecektir.) (T:163)
Birinci
Nokta: Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi .............güzel ve manidar ve imanî ve hakikatlı kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla
ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melaike ve
ruhanîlere işittirmek ve Arş-ı A'zam tarafına sevketmek için kudret-i İlahî
kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır. Madem havanın kudsî vazifesinin,
hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rûy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir
tek menzil hükmüne getirip nev'-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye
olmaktır. Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı, bir umumî şükür
olarak; o radyoları herşeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan Kelâmullah'ın, başta
Kur'an-ı Hakîm ve hakikatları ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin
lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o nimete şükür
olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer. (EmII:67)
İnşâallah beşer bu hatasını tamir
edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir
mekteb-i imanî hükmüne geçirmeğe vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak
beşerin hayat-ı ebediyesine sarfedilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.(EmII:68)
Mahkemeler
vasıtasıyla bazı makamata ve muhtaçlara Risale-i Nurdaki Kur’an hakikatlarının
tebliği ve nazarı dikkatlerinin Ona celbedilmesi
Bu zamanda
Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı
dikkatlerini celbetmekle olur. İşte hapsimizle Nurlara nazar-ı dikkat
celbolunur, bir ilânat hükmüne geçer. En ziyade muannid veya muhtaç olanlar onu
bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nur'un
dershanesi genişlenir. (L:266)
Ya bize bir
makineyi siz veriniz veya bize müsaade ediniz, biz celbedeceğiz. Tâ ki hem
müdafaatımı, hem Risale-i Nur'un müdafaanamesi hükmündeki risaleyi yeni harfle
iki-üç suretini alıp, hem Adliye Vekaletine, hem Heyet-i Vekileye, hem Meclis-i
Meb'usana, hem Şûra-yı Devlete göndereceğiz. Çünki iddianamede bütün esas,
Risale-i Nur'dur ve Risale-i Nur'a ait dava ve itiraz, cüz'î bir hâdise ve
şahsî bir mes'ele değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve
memleketi ve hükûmeti ciddî alâkadar edecek ve dolayısıyla âlem-i İslâmın
nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celbedecek bir küllî hâdise hükmünde
ve umumî bir mes'eledir. (Ş:281)
Herhalde bunu
yeni hurufla beş-on nüsha çıkarmak lâzımdır, tâ Ankara makamatına gönderilsin.
Bizi tahliye ve tecziye etseler de hiç ehemmiyeti yok. Şimdi vazifemiz; o
müdafaattaki hakikatları hem hükûmete, hem adliyelere, hem millete
bildirmektir. Belki de kader-i İlahî bizi bu dershaneye sevketmesinin bir
hikmeti de budur. Mümkün olduğu kadar çabuk makine ile çıksın. Bizi bugün
tahliye etseler, biz yine onu bu makamata vermeğe mecburuz. (Ş:489)
...Risale-i
Nur'un en mahrem parçaları, en nâmahremlerin ellerine geçmek ve en
mütekebbirlerin başlarına vurmak ve en baştakilerin yanlışlarını göstermek için
"sırran tenevverat" perdesinden çıktı. Şimdiye kadar mes'ele
küçültülmek isteniliyordu. Fakat nasılsa bildiler ki; mes'ele pek büyüktür ve
ehemmiyetle celb-i dikkat ise Risale-i Nur'un parlak fütuhatına ve düşmanlarına
da hayretle kendini okutmasına yol açar. Hattâ Eskişehir Mahkemesindeki çok mütemerridleri
ve mütehayyirleri ve muhtaçları tenvir edip kurtardı, o zahmetimizi rahmete
çevirdi. İnşâallah bu defa daha geniş bir sahada, daha çok mahkemeler ve
merkezlerde o kudsî hizmeti görecek. Evet Risale-i Nur'un tarz-ı beyanını
gören, lâkayd kalamaz. Başka eserler gibi yalnız aklı ve kalbi değil, belki
nefsi de ve hissiyatı da müsahhar eder. (Ş:324)
...Risale-i
Nur'un mes'elesi; âlem-i İslâmda, hususan bu memlekette küllî bir ehemmiyeti
bulunduğundan böyle heyecanlı toplamalar ile umumun nazar-ı dikkatini Nur
hakikatlarına celbetmek lâzımdır ki, ümidimizin ve ihtiyatımızın ve
gizlememizin ve muarızların küçültmelerinin fevkinde ve ihtiyarımızın haricinde
böyle şaşaa ile Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düşmana aşikâren veriyor.
En mahrem sırlarını en nâmahremlere çekinmeyerek gösteriyor. Madem hakikat
budur, biz küçücük sıkıntılarımızı kinin gibi bir acı ilâç bilip sabır ve
şükretmeliyiz, "Yâhu bu da geçer" demeliyiz. (Ş:502)
...bu
mes'elemizin te'hiri hayırdır. Çünki bütün mekteblerde ve dairelerde ve halkta,
o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslâma ve
istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde
onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan
vazgeçecek adamların ellerine kat'î hüccetler gösteren ve isbat eden Risale-i
Nur geçmesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler
gibi binler adam hapse girse, hattâ i'dam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine
ucuzdur. Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan ve irtidaddan en mütemerridleri bir
derece kurtarır, meşkuk bir küfre çıkarır, mağrurane ve cür'etkârane
tecavüzlerini ta'dil eder...(Ş:338)
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bir maarif
vekili, perdeyi yüzünden kaldırdı ve küfr-ü mutlakı başka bir kisvede gösterdi.
Bizim son gönderdiğimiz müdafaatı daha almadan başka saika ile o beyannameyi
yazmış. Gerçi ben, o daireye göndermeyi düşünmüyordum; fakat kardeşlerimizin
tensibiyle onlara da göndermek hem münasib, hem lâzım olduğunu bu hal gösterdi.
Çünki herhalde bu derece ilhadda taassub taşıyan bir vekil, Ankara'ya
gönderilen evrak ve mahrem risalelere karşı lâkayd kalmazdı. Birden, doğrudan
doğruya cerhedilmez müdafaatlar başına vuruldu, çok iyi oldu. İnşâallah o
dairede dahi Risale-i Nur lehinde kuvvetli bir cereyan uyandıracak.
Kardeşlerim!
Madem bir kısmın mahiyetleri bu tarzdır; onlara, o kısma teslim olmak, bir nevi
intihardır; İslâmiyetten pişman olmaktır, belki dinden insilah etmektir. Çünki
o derece ilhadda taassub etmiş ki; bizim gibilerden yalnız teslimiyetle ve
tasannu' ile razı olmuyorlar. "Kalbini ve vicdanını bırak, yalnız dünyaya
çalış" derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbaniyeye dayanıp metanet
ve sabır ve tevekkül ederek dört sandık Risale-i Nur eczaları o merkeze
yetişip, kuvvetli hakikatlar ile galebe çalmasına dua etmekten başka çare
yoktur. Biz birbirimizden çekinmekle ve gücenmekle ve Risale-i Nur'dan
çekilmekle ve onlara teslim ve hattâ iltihak etmekle faide vermediği şimdiye
kadar tecrübe edildi. Hem hiç merak etmeyiniz. O vekilin o farfaralı telaşı,
za'fına ve tam korkusuna delalet eder. Tecavüze değil, belki tedafüe
mecburiyeti bildiriyor. (Ş:334)
...hüsn-ü
kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenab-ı Hakk'ın
vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dâhil olmadığını ve
lâzım da olmadığını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ihlasa muvaffak
olur. Yoksa ihlası kaçırır.(L:150)
Vazifei
İlahiyeye karışmamak ve lisanı hal ile ders vermek
...biz bir
vazife-i imaniye ve uhreviye ile bu sıkıntılı imtihana girdik. Evet
yirmi-otuzdan ancak bir-ikisi ta'dil-i erkân ile namazını kılan mahbuslar
içinde birden Risale-i Nur şakirdlerinden kırk-ellisi umumen bilâ-istisna
mükemmel namazlarını kılmaları, lisan-ı hal ile ve fiil diliyle öyle bir ders
ve irşaddır ki, bu sıkıntı ve zahmeti hiçe indirir, belki sevdirir. Ve
şakirdler ef'alleriyle bu dersi verdikleri gibi, kalblerindeki kuvvetli tahkikî
imanlarıyla dahi buradaki ehl-i imanı ehl-i dalaletin evham ve şübehatından
kurtarmalarına medar çelikten bir kal'a hükmüne geçeceğini rahmet ve inayet-i
İlahiyeden ümid ediyoruz.
Buradaki
ehl-i dünyanın bizi konuşmaktan ve temastan men'leri zarar vermiyor. Lisan-ı
hal, lisan-ı kalden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor... (Ş:306)
...Senin
mektubunda benim istirahatimi ve eğer iktidarım olsa, benim Şam ve Hicaz
tarafına gitmeme dair sizin hükûmet-i hazıraya müracaat maddesi ise:
Evvelâ: Biz, imanı
kurtarmak ve Kur'ana hizmet için, Mekke'de olsam da buraya gelmek lâzımdı.
Çünki en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara
mübtela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet
için burada kalmağa Kur'andan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz. (Em:195)
Kur'anın
feyzinden gelen ve i'caz-ı manevîsinin lemaatı olan ve hakikatlarının tefsiri
bulunan ve tılsımlarını açan Risale-i Nur'un revacını ve herkesin ona
ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun
pek zahir manevî keramatını ve iman noktasında zındıkanın bütün dinsizliklerini
mağlub ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz ve onu
rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. (Em:195)
Tebliğ
vazifesinde ve ilmi mübaheselerde münakaşaları terketmek
Eğirdir'de
bir münakaşa-i ilmiye işittim. O münakaşa, hususan şu zamanda yanlıştır. Hattâ
münakaşayı bilmiyordum. Benden de sual edildi. Mu'teber bir kitabda, Hadîs-i
Şeyheyn'in ittifakına alâmet olan »öişaretiyle
bir hadîs bana gösterildi. "Hadîs midir, değil midir?" sual edildi.
Ben dedim: Böyle mu'teber bir kitabda, Şeyheyn Hadîsinin ittifakına hükmeden
bir zâta itimad etmek lâzım; demek hadîstir.
Fakat
hadîsin, Kur'an gibi bazı müteşabihatı var. Ancak havas onların manalarını
bulabilir. Şu hadîsin zahiri dahi, müşkilât-ı hadîsin müteşabihat kısmından
olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş, öyle kısa
değil, belki böyle cevab verecektim:
Evvelâ: Bu çeşit
mesaili münakaşa etmenin birinci şartı; insaf ile, hakkı bulmak niyetiyle,
inadsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû'-i telakkiye sebeb olmadan
müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer
hak, muarızın elinde zahir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun; çünki
bilmediği şey'i öğrendi. Eğer kendi elinde zahir olsa, fazla birşey öğrenmedi,
belki gurura düşmek ihtimali var.
Sâniyen: Sebeb-i
münakaşa, eğer hadîs ise; hadîsin meratibini ve vahy-i zımnînin derecatını ve
tekellümat-ı Nebeviyenin aksamını bilmek lâzım. Avam içinde müşkilât-ı
hadîsiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde avukat gibi kendi sözünü
doğru göstermek ve enaniyetini, hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller
aramak caiz değildir. Madem şu mes'ele açılmış, medar-ı münakaşa edilmiş,
bîçare avam-ı nâsın zihninde sû'-i tesir ediyor. Çünki şu gibi müteşabih
hadîsleri aklına sığıştıramadığı için; eğer inkâr etse dehşetli bir kapı açar,
yani küçücük aklına sığışmayan kat'î hadîsleri dahi inkâra yol açar. Eğer
zahir-i hadîsin manasını tutarak öyle kabul edip neşretse, ehl-i dalaletin
itirazatına ve "hurafattır" demelerine yol açar. (M:350)
...dakik mesail-i
imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir.
Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere
zarardır. Belki böyle mesail-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir
müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir..(M:45)
Senin üzerine
haktır ki: Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın
yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira
senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihatı bazan damara dokundurur,
aks-ül amel yapar.(M:265)
Aziz sıddık kardeşim!
Şiddetli bir
ihtar ile bildim ki, sen ve Ahmed Feyzi Nur'un mesleği olan mübareze etmemek ve
ehl-i dünya ile uğraşmamak ve siyasete girmemek ve yalnız lüzum-u kat'î olduğu
zaman kısaca müdafaa etmek haricinde, pek ziyade ve zararlı mübarezekârane ve
siyasetvari mahkemedeki okuduğunuz parçalar Nurlara çok zarar vermiş...(Ş:537)
Kardeşlerim!
Çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün
olduğu kadar musalahakârane davranınız, enaniyetlerine dokunmayınız, bid'at
tarafdarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedilerle
uğraşıp onları dinsizlerin tarafına sevketmemek gerektir. Eğer size ilişmek
için gönderilmiş hocalara rastgelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa kapısını
açmayınız.(Em:133)
Vazifemiz,
ihlas ile ve sebat ve tesanüdle ve mümkün olduğu kadar ihtiyat ile "sırran
tenevverat" irşad-ı Alevîyi fiilen tasdik etmek, ona göre hareket
etmektir. Yoksa, muarızlara mukabele etmek ve onların hücumundan telaş etmek
değil. Muvaffakıyet ve fütuhat-ı Nuriye ve revaç ile intişarı ise, vazife-i
İlahiyedir. Vazifemizi yapıp, vazife-i İlahiyeye karışmamak gerektir...(Em:212)
...Hem belki
karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zahirde müttakiler
çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile
uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.
(Ş:315)
En müdhiş
maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi eğer
insaf işletirse, hakikatı rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrib eder,
parçalar. O müdhişin en müdhişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye
girse. Zira iman hem tasdik, hem iz'an, hem iltizam, hem teslim, hem manevî
imtisaldir. Şu tenkid; imtisali, iltizamı, iz'anı kırar. Tasdikte de bîtaraf
kalır. Şu zaman-ı tereddüd ve evhamda, iz'an ve iltizamı tenmiye ve takviye
eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü
zan ile temaşa etmek gerektir. "Bîtarafane muhakeme" dedikleri şey,
muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar.(H:140)
İ'lem Eyyühel-Aziz! Ehl-i ilhad
ile ve bilhassa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir
tehlikeye maruzdurlar. Çünki nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması
ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlub olur ki, bîtarafane muhakeme denilen
münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki insaflı bir
münazır, hayalî bir münazara sahasında, arasıra hasmının libasını giyer, ona
bir dâva vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla,
dimağında bir tenkid lekesinin
husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olur ve kuvvetine
güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı,
tazarru' ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir. (Ms:112)
Kendilerine
hakikatlerin verilmesi icab eden kimseler
Diyorlar ki:
Madem sizin elinizdeki nurdur, topuz değildir; nura karşı muaraza edilmez ve
nurdan kaçılmaz ve nurun izharından zarar gelmez. Neden arkadaşlarınıza
ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz? Çok nurlu risaleleri halklara gösterilmesini
men'ediyorsunuz?
Bu suale
karşı cevabın muhtasar meali şudur ki: Başlardaki başların çoğu sarhoş, okumaz.
Okusa da anlamaz. Yanlış mana verip ilişir. İlişmemesi için, aklı başına
gelinceye kadar göstermemek lâzım geliyor. Hem çok vicdansız insanlar var ki,
garaz veya tama' veyahud havf cihetiyle nuru inkâr eder veya gözünü kapar. Onun
için kardeşlerime de tavsiye ediyorum ki: İhtiyat etsinler, nâ-ehillerin eline
hakikatları vermesinler. Hem ehl-i dünyanın evhamını tahrik edecek işlerde
bulunmasınlar. (Haşiye)
(Haşiye):
Ciddî bir mes'eleye vesile olabilecek bir latife: Dünkü gün sabahleyin bir
dostumun damadı Mehmed yanıma geldi. Mesrurane, beşaretkârane dedi ki:
"Senin bir kitabını Isparta'da tab'etmişler, çoklar okuyorlar." Ben
dedim: "O, yasak olan tab' değil belki müstensihle bazı nüshalar alınmış
ki hükûmet ona birşey demez." Hem dedim: "Sakın bunu senin dostun
olan iki münafığa söyleme. Onlar böyle birşey arıyorlar ki, bahane
etsinler." İşte kardeşlerim, bu adam çendan bir dostumun damadıdır; o
münasebetle benim de ahbabım sayılır. Fakat berberlik münasebetiyle vicdansız
muallim ve münafık müdürün dostudur. Orada kardeşlerimizden birisi bilmeyerek
öyle söylemiş. İyi oldu ki, en evvel geldi, bana haber verdi. Ben de tenbih
ettim, fenalığın önü alındı. Ve teksir makinası binler nüshaları bu perde
altında neşretti. (L:105)
İhvanlarıma
da tavsiyem budur ki: Zaruret-i kat'iyye olmadan, bunlarla uğraşmayınız.
"Cevab-ül ahmakı essükût" nev'inden, tenezzül edip onlarla
konuşmayınız. Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karşı kendini
zaîf göstermek, onu hücuma teşci' ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara
karşı dahi dalkavukluk etmekle za'f göstermek, onları tecavüze sevkeder. Öyle
ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve
gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler. (M:361)
Sual: Madem
Kur'an-ı Hakîm'in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri
ıslah ve irşad etmeye Kur'anın himmetine güveniyorsun. Hem bilfiil de
yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad
etmiyorsun?
Elcevab: Usûl-ü
şeriatın kaide-i mühimmesindendir: ........yani:
"Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz." İşte ben
çendan Kur'an-ı Hakîm'in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: "Çok alçak
olmamak ve yılan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en
mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam etmeye
hazırım." Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek
dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına
mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki
söylemek; hakaike karşı bir hürmetsizliktir.... Çünki bu işleri yapanlar, kaç
defa hakikatı Risale-i Nur'dan işittiler. Ve bilerek, hakikatları zındıka
dalaletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet
alıyorlar.(M:362)
"Başkasının
dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle
meşgul olmazsanız." Düsturun manası: "Zarara kendi razı olanın
lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz." Madem bu âyet ve bu düstur bizi,
zarara bilerek razı olanlara acımaktan men'ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve
merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri
malayani bilip, vaktimizi zayi' etmemeliyiz.
(Em:44)
...yirmi
senedir dünya ile alâkasını kesen ve manen yirmi seneden beri ölmüş bir adam,
yeniden dirilip, faidesiz kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye girerek
sizin ile uğraşmaz; bu halde onun muhalefetinden tevehhüm etmek, divaneliktir.
Divanelerle ciddî konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle
konuşmayı terkediyorum. (Ş:291)
...Kur'an-ı
Hakîm'in sadık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun Kur'an namına, en
büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara
Kur'anın âlî elmaslarını yalvararak mütezellilane değil, belki müftehirane ve
müstağniyane satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife
başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona müracaatında,
kendine medar-ı gurur bulamaz.. ve haddinden tecavüz etmez..(M:354)
...kibir ve
gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba
karşı mağlub bir âciz-i mutlakı, bir Kadîr-i Mutlak zannederler. Madem bu
derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemadattan daha
aşağıdırlar. Öyle ise, bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi, bir
nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme. (S:387)
...Cenab-ı
Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve
beddualarından kurtulmak için, ya on'dan veya kırk'tan birisini kendi
fakirlerine vermek ağır bir şey midir ki, emr-i zekatı ağır görüp İslâmiyetten
çekiniyorlar? Bunların tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları
tokattır. Cevab vermek değil...(S:388)
...sinek
kanadından tâ semavat kandillerine kadar o derece ince bir intizam gözetilmiş
ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Madem bunlar bu derece hilaf-ı
akıl ve hikmet ve münafî-i his ve bedahet hareket ediyorlar. Onların tekzibleri
seni tezkirden vazgeçirmesin."(S:389)
Evvelâ
bilinmesi lâzımdır ki; Kur'an-ı Kerim'in i'caz ve nazmında şekk ve şübheleri
îka' eden fâsıkların bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlar ile
tavsifleri, pek yüksek ve latif bir münasebeti taşıyor. Evet sanki Kur'an-ı
Kerim diyor ki: "Kur'an-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i
ezeliyenin i'cazını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların; Kur'an-ı
Kerim'in de nazm u i'cazında tereddüdleri ve kör gözleriyle i'cazını göremeyip
inkâr etmeleri, baid ve garib değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve
intizamı tesadüfe ve tahavvülât-ı garibeyi ve inkılabat-ı acibeyi abesiyete ve
tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam
tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur'anın mu'ciz olan
nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler. (İŞ:173)
Evet fıskla
bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamıyan bir şahıs gibi çokların da o
bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli halet, bir parça
hafif olsun. Çünki musibet umumî olursa, hafif olur. Ve keza bir şahsın
kalbinde bir ihtilâl, bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek hissiyatı, kemalâtı
sukut etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda
olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs bütün lezzetini,
zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. (İŞ:174)
...Hem
müşterileri de aramağa mecbur değiliz, müşteriler yalvarmalı.
O kardeşimiz,
hakikaten hâlis ve tam sadık. Kalemi gibi, kalbi, ruhu da güzel. Fakat birden
herşeyi mükemmel ister, onun için biraz sıkıntı çeker. (K:242)
Nurcular,
müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.
"Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi
arasınlar, bulsunlar." diyorlar. Kemmiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî
ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar. (EmII:170)
Aziz kardeşim!
Senin
mektublarını iyi gördüm. Fakat şimdiki gazeteciler ve baştakiler, hakikatları
tam takdir edemiyorlar. Hem Risale-i Nur yalvarmaz, onlar yalvarmalı ve
aramalı; ve kıymetini takdir edip müşteri olduktan sonra onların yardımını
kabul eder.(Em:109)
İstanbul'daki
Amerika sefiri vasıtasıyla Amerika'daki müslüman heyetine Zülfikar'ı ve bir
Asâ-yı Musa'yı göndermesini isteyen o dostumuz ve kardeşimize deyiniz ki:
Sefirlerin kafası siyasetle meşgul olduğundan ve Risale-i Nur siyasetle alâkası
olmadığından, siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor. Hem Risale-i Nur,
müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı. Amerika, buranın en
küçük bir havadisini merakla takib ettiği halde; buranın en büyük bir hâdisesi
olan Risale-i Nur'u elbette arayacaktır.(Em:223)
Risale-i Nuru,
hariç memleketlere neşretmek ve takdir edenlere vermek
Sâniyen: Nurs köyü ve
Nursî lâkabımla ve Nurlarla münasebetdar üniversite mektebinin pek gayretli bir
Nurcusu ve bir Abdurrahman ve bir Salahaddin kabiliyetinde Mustafa Oruc'a
evvelce eski harfle gönderdiğimiz mecmualardan sonra, yeni harfle sekiz-dokuz
parçayı da, onun istemesi ve "Üniversite talebeleri çok muhtaç ve
müştaktır" demesi üzerine gönderdik. Fakat o genç şakirdin tecrübesi az
olmasından, Nurların himayesine kâfi gelmediğinden ve lâyık ellere vermek ve
muattal kalmamak için, Nur şakirdleri hususan İstanbul'a yakın olan veya
uğrayan veyahud İstanbul'un içinde bulunanlar, Nur'un neşir ve himayesinde ona
yardım etmek lâzımdır. (EmI:188)
Sâniyen: Mesleğime ve
Risale-i Nur'dan aldığım dersime bütün bütün muhalif olarak ve on seneden beri
fâni dünyanın geçici, ehemmiyetsiz hâdiselerine bakmamak olan bir düstur-u
hayatıma da münafî olarak, sırf senin hatırın ve merak ettiğin ve bu defaki
uzun mektubun için vaziyetime ve zalimlerin işkencelerine ait birkaç maddeyi
beyan edeceğim.(EmI:193)
Sâlisen : Risale-i Nur; hacılarla hariç
âlem-i İslâm'a yayılıyor; kendi kendini lâyık ellere yetiştiriyor. Ve Şam'a el yazısı
ile gönderdiğimiz Asâ-yı Mûsa ve Zülfikarı, hey'et-i ilmiye onbeş gün tedkik
etmiş; tam takdir etmelerine alâmet olarak demişler: "Biz bunu mecmualar
halinde kısım kısım tab'edelim. Hem bunu birden tab'etmeğe çok para
lâzım."(T:518)
Nazif
kardeşimizin mektubu, ehemmiyetlidir. Hakikaten Amerika'da, siyasete âlet
değil; belki dini, din için mutaassıbane iltizam edenler çok vardı. İnşâallah
Asâ-yı Musa'yı alan, o dindarlardandır. Keçeli Salahaddin tam bir
Abdurrahman'dır, kahramanlıkta babasından geri kalmak istemiyor. Bizi de
arasıra âdetimize muhalif olarak dünyaya baktırıyor. Eğer o Amerika'lı
ehemmiyetli âlim bütün Risale-i Nur'u istese ve neşrine söz verse, sizin
meşveretinizle bir mükemmel takım ona vereceğiz
(Em:158)
Sâlisen: Ben ikisini
Câmi-ül Ezher ülemasına, ikisini Medine-i Münevvere'nin Ravza-i Mutahhara
civarındaki âlimlerine, ikisini de Şam-ı Şerif heyet-i ülemasına göndermek
üzere üç Asâ-yı Musa, üç Zülfikar'ı hazırladım. Başlarında, evvelce Câmi-ül
Ezher ülemasına hitaben size gönderdiğimiz bir mektub dercedilmiştir. Mümkün
olduğu kadar çabuk göndereceğiz inşâallah.
(Em:238)
Ravza-i
Mutahhara (Alâ Sahibihâ efdal-üs salâti ve-s selâm) civarındaki mübarek heyet-i
ülemaya takdim edilen, Asâ-yı Musa ve Zülfikar Risalesi'dir. Hem bir vesile-i şefaat,
hem kudsî yerde hayırlı dualarına mazhar olmak için müellifin bedeline o
mübarek yerleri ve elleri ziyaret etmek için gönderilmiştir.
Bu fıkra,
yalnız Şam, Mısır ve Hind'e gidenlerden Ravza-i Mutahhara yerinde Câmi-ül Ezher
ve Şam ve Hind cemaat-ı İslâmiyesine yazılmış. Aynen hem dört Zülfikar, hem
dört Asâ-yı Musa başlarında yazdık, ikişer nüsha olarak hem Mısır Câmi-ül
Ezher, hem Şam ülemasına, hem Hindistan'da iki milyon liraya mukabil Kur'anları
isteyen heyete gönderdik.(EmI:240)
Salahaddin'in
mektubu, birkaç cihette ehemmiyetlidir. Amerika âlimleri, elbette Asâ-yı Musa
Risalesi'ne lâkayd kalmayacaklar. Eğer dini, din için seven kısmının ellerine
geçse, fütuhat yapar. Yoksa bazı enaniyetli hocalarımız gibi, kıskançlık
damarıyla neşrine ve tervicine çalışmaları meşkuktur. Her ne ise.. inayet-i
İlahiye'ye havaledir.(Em:160)
İHLASA MÜNAFİ MAKAMLAR VE TARAFGİRLİK GİREN VASITALAR YOLUYLA TEBLİĞ VE
İRŞADIN İTİMAD VE TESİRİ OLMADIĞINA VE HAKİKATI NEŞİR VE TEBLİĞ EDENLERİN HER
TÜRLÜ MADDİ VE MANEVİ MENFAATLERİ TERKETMELRİ LAZIM GELDİĞİNE DAİR BAHİSLERDİR
...Nur
Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok ve Risale-i Nur, rıza-i
İlahîden başka hiç bir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i
Nur'un mensubları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız
Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalaletin
tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve
tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil. Çünki
iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste
fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu manayı zedeler. İhlas kırılır. (Em:36)
...benim ve
Nur şakirdlerinin namına şimdi bu mecmuaları göndermek, herhalde inkişafa başlayan
İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur'u kendine bir
kuvvet, bir âlet yapmağa çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslâmiyeye bakmağa
mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur'un mesleğindeki sırr-ı ihlas; iman,
Kur'an hakikatlarından başka hiçbir şeye âlet, tâbi' olmadığı...
Hem
müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve
yarasının tedavisi için Risale-i Nur'u aramasının lüzumu... Halbuki
gönderilecek o mübarek merkezler, şimdilik Nurlara hakikî ihtiyacını değil,
belki âlem-i İslâm'ın hayat-ı diniyesine ait cihetlerinden düşünmeğe mecbur
olması...
Hem Nur
mesleğinde benlik ve gösteriş, bir nevi şöhretperestlik merdud olduğundan, bu
enaniyet zamanında insanlara kendini satmağa çalışmak ve beğendirmek, bir anda
Nur şakirdleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere
kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, Kader-i İlahî Nur
şakirdlerini tam ihlasın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor. (EmI:257)
Mühim bir suale hakikatlı bir cevabdır.
Büyük
memurlardan birkaç zât benden sordular ki: "Mustafa Kemal sana üçyüz lira
maaş verip, Kürdistan'a ve vilayat-ı şarkıyeye, Şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî
yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden
kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun?" dediler.
Ben de onlara
cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için
kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî
hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece
iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve
tâbi' olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. (EmI:11)
Bu zamanda
ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve
tâbi' ve basamak olamaz ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez ve hiçbir
şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin.
Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı
imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta
içindir ki, dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i
Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi' olmuyor.. tâ avam-ı ehl-i imanın
nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan
doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde
kuvveti ve hakikatı, hücum eden şübheleri ve tereddüdleri izale eylesin. (EmI:74)
...Amma
Kur'an ve imanın hizmeti ne için beni men'ediyor dersen, ben de derim ki:
Hakaik-i imaniye ve Kur'aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile
âlûde olsa idim; elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam tarafından,
"Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?"
diye düşünürler. O elmaslara, âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o
siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek
hükmüne geçer.(M:63)
Uzun seneler
ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve
terakkiyatıma ve azabdan ve Cehennem'den kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme
vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet
kuvvetli manialar beni men' ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni
hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî
saadetleri, a'mal-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru
hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiç bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve
kalben men' ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle,
yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünki şimdi bu zamanda
hiçbir şeye âlet ve tâbi' olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i
imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli
bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere
kat'î kanaat verecek bir tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda,
bir Kur'an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı
dalaleti kırsın, herkese kat'î kanaat verebilsin. Bu kanaat da bu zamanda, bu
şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir
şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. (EmII:79)
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Gerçi şimdi
ayrı ayrı kasabalarda kardeşlerimi görüp, Nur hizmetinde bir cihette yardım
etmek için, beş kardeşimizin benim için minnetsiz olarak aldıkları otomobil,
bir cihette kırkbin lira kadar faidesi ve lüzumu varken, kabul etmediğimden
zahirî bir zarar zannedildi. Fakat neticesinde Nur şakirdlerinin ellerinde
kat'î bir hüccet oldu ki, dünya için ilme ve dine zaruret var diye zarar veren
mu'teriz hocaları ve siyasîleri; Risale-i Nur'un yüksek hakikatı, dünyanın hiç
bir menfaatına tenezzül edip âlet olmadığını kat'î bir surette bu hâdise ile
bir hüccet olarak; onları ilzam etmesine kuvvetli bir sened olan hârika
kerametinden daha kuvvetli bir bürhan hükmüne geçti. Hattâ çok evham eden ve
Nur'dan kaçan ve Nur'un dünyanın hiçbir şeyine tenezzül etmediğine inanmayan
bir kısmı, şimdi kemal-i teslimiyetle Nurların hakikatına ve herşeyin fevkinde
olduğunu teslime mecbur oluyor. Demek o zararı da, inayet-i Hak, hakkımızda
ehemmiyetli bir rahmete çevirdi.
(Haşiye):
Otomobil satıldıktan sonra yine onun fiatından üçbin lira Emirdağı'na
gönderilmişti ki, Risale-i Nur'un hizmetinde sarfedilsin. Ben de telgraf
havalesiyle, sahiblerine gönderdim. Bugün işittim ki, bu hâdiseyi dost memurlar
muarızlara karşı demişler: Üçbin-beşbin liraya tenezzül etmeyen bir adam, bu
zamanda en ziyade itimad edilebilir bir adamdır ki, hiçbir şey onu alâkadar
etmiyor. (EmI:234)
Çok rica
ederim ki gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur.
En mühim bir sebeb, benim kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetin
samimiyetini ve ihlası zedelememektir. Hem iktisad, bereket ve kanaat
sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde
değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misal ile ince bir sebebi anlatacağım:
Mühim bir
tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim.
"İstanbul'dan
senin için getirdim, beni kırma" dedi. Kabul ettim, fakat iki kat fiatını
verdim.
Dedi:
"Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?"
Dedim: Benden
aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin
menfaatın için, menfaatımı terkediyorum. Çünki dünyaya tenezzül etmez, tama' ve
zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz
bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise.. sadaka almaya mecbur
olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tama' zilletiyle izzet-i ilmini
feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş,
âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı
ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte sana manen otuz
lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatımı aramak, bana ağır geliyor ve
vicdansızlık telakki ediyorum. Sen madem fedakârsın; ben de o fedakârlığa
mukabil, menfaatınızı menfaatıma tercih ediyorum, gücenme! O da bu sırrı
anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi. (B:122)
...Ben
kendim, şahsımın çürük olduğunu yüz defa söylediğim ve aleyhimde olanlar her
vesile ile yine şahsımı çürüttükleri halde, ehl-i siyaseti evhamlandıracak
derecede teveccüh-ü âmmeye karşı faide vermediğinin sebebi: İmanın
kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gayet şiddetli bir ihtiyac-ı kat'î
ile ders-i dinde bazı şahıslar lâzımdır ki, hakikatı hiç bir şeye feda etmesin,
hiç bir şeye âlet etmesin. Nefsine hiç bir hisse vermesin. Tâ ki, imana dair
dersinden istifade edilsin, kanaat-ı kat'iyye gelsin.(Ş:397)
Birincisi: Fen ve
felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar
etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir
tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem
dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza
ettiğinden, Hazret-i Mehdi'nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal
müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı,
onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife
bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri
kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış
olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve
sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar
da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar. (EmI:266)
Cenab-ı
Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risale-i Nur'da, nokta-i istinad
olarak avam-ı mü'minînin en ziyade muhtaç oldukları ve Nur'da buldukları öyle
bir hakikattır ki; hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksad içine
girmeyecek ve hiçbir şübhe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona
bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar
bulunacak; dünya maksadları ona karışmayacak; tâ ki, uzakta olan ehl-i iman, o
hakikata ve sadık naşirlerine tam itimad edip imanlarını, zındıkların ve
dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli feylesofların itirazlarından ve
inkârlarından kurtarsınlar.
Evet o ehl-i
iman, lisan-ı hal ile diyecek ki: Madem bu hakikatı, bu kadar şiddetli
düşmanları çürütemediler ve itiraz edemiyorlar ve şakirdleri, haktan başka onun
hizmetinde hiçbir maksad taşımıyorlar; elbette o hakikat, ayn-ı hak ve mahz-ı
hakikattır diye bin bürhan kadar bir delil hükmünde imanını kuvvetlendirir ve
kurtarır; ve "İslâmiyet'te bir hakikatsızlık mı var?" diye daha
evhama düşmeyecekler. (EmI:214)
Birden bu
sabah kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye
sizi kaç defa "altun mu, bakır mı" diye mehenge vurmak ve her cihette
sizi insafsızca tecrübe etmek ve nefislerinizin hisseleri ve desiseleri var mı
yok mu üç-dört eleklerle elenmek; hâlisane, sırf hak ve hakikat namına olan
hizmetinize pekçok lüzumu vardı ki; kader-i İlahî ve inayet-i Rabbaniye müsaade
ediyor. Çünki böyle meydan-ı imtihanda inadcı ve bahaneci insafsız muarızların
karşısında teşhir edilmesinden herkes anladı ki: Hiç bir hile, hiç bir enaniyet,
hiçbir garaz, hiçbir dünyevî, uhrevî ve şahsî menfaat karışmayarak, tam hâlis,
hak ve hakikattan geliyor. Eğer perde altında kalsaydı, çok manalar
verilebilirdi. Daha avam-ı ehl-i iman itimad etmezdi. "Belki bizi
kandırırlar" der ve havas kısmı dahi vesvese ederdi. Belki bazı ehl-i
makamat gibi kendilerini satmak, itimad kazanmak için böyle yapıyorlar diye
daha tam kanaat etmezlerdi. Şimdi imtihandan sonra, en muannid vesveseli dahi
teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, kârınız bindir inşâallah. (Ş:522)
...Risale-i
Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte,
herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur'aniye ve imaniyenin en derin ve en
gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek, o iman-ı tahkikîyi
taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve
şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- âdeta birer gizli kutub gibi,
mü'minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve
görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur
birer zabit gibi, kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip, mü'minlere
manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.(Ş:749)
İhlasın
sırrı için sohbetten men
....Hem
a'zamî ihlasın zedelenmemek için şimdi düşmanlar da dostlara inkılab ettiği bir
zamanda sohbet etmek, konuşmak; bu dünyada da uhrevî hizmetlerin bir güzel ve
fâni meyvelerine vesile olabilir. O vakit a'zamî ihlas ki, hiçbir şeye âlet
olmayacak. Hem vazife-i İlahiyeye karışmamak için kader-i İlahî hakkımdaki bu
şiddetli halete aleyhimde değil, lehimde olarak fetva verdi, müsaade etti. Ben
yanımdaki vasiyetnamemdeki evlâd kabul ettiğim küçük evlâdları tevkil ediyorum.
Onlarla konuşanı, benimle konuşmuş gibi kabul ediyorum... (EmI:226)
Şimdi
Risale-i Nur'un fevkalâde fütuhatı ve âlem-i İslâm'da dahi fevkalâde bir hüsn-ü
kabule mazhar olması hengâmında, düşmanlar dahi dostlara inkılab ettiği bir
zamanda Risale-i Nur'un a'zamî ihlasını (ki, rıza-yı İlahîden başka dünyevî,
uhrevî hiçbir rütbeye, makama âlet etmemek) muhafaza için dehşetli bir
merdümgiriz yani insanlardan tevahhuş ve sesi çıkmamak ve konuşmamak hastalığı
ve elini öpmek, ona âdeta bir tokat vurmak gibi dokunmak vaziyeti, kat'iyyen
bize kanaat verdi ki; bu bir istihdam-ı Rabbanîdir. (EmI:229)
Şahsiyet
nazara verilmemeli
... Risale-i Nur şakirdlerine lâyık bir üstada muvafık bir
ulvî mertebe ve fazileti; bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle
gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları
kabul edilebilir. Fakat Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde
bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i
siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ safi-kalb ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet
verdikleri cihetinde, haksızlar o şahsı çürütmekle hakikatlara darbe vurmak ve
o Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek bütün kuvvetleriyle beni
çürütüp, o nurları söndürmeye ve safi-kalblileri de inandırmaya çalışıyorlar....(EmI:71)
[Şu Mebhas, bana daimî hizmet edenlerin,
ahlâkımda gördükleri acib ihtilaftan gelen hayretlerine karşı; hem iki
talebemin benim hakkımda haddimden fazla hüsn-ü zanlarını ta'dil etmek için
yazılmıştır.]
Ben görüyorum
ki: Kur'an-ı Hakîm'in hakaikine ait bazı kemalât, o hakaike dellâllık eden
vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünki me'hazın kudsiyeti, çok bürhanlar
kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit
dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me'hazdaki
kudsiyetin tesiri kaybolur. (M:319)